7 Eylül 2013 Cumartesi


BEN GELDİM HEYECAN…

Ne tatlı bir duygudur değil mi? Hayatımıza girdiğinde bizi alıp götüren, hayaller kurduran, tatlı tatlı gülümseten heyecan. Biraz acelecidir de sanki ,  avaz avaz “İŞTEEE…”diye bağıran bir duygu.  İnsan yerinde duramaz, kabına sığamaz, sürekli hareket halinde olası gelir, dururken bile içinde bir şeyleri hareketlendirir heyecan insanın.  Sanki bizi bize bırakmaz, alır kendi istediği yerlere götürür bir anda. Olduğumuz andan kopar onu takip etmeye başlarız, kontrolümüz çok yoktur olsun da istemeyiz zaten. Başka bir varoluş biçimidir sanki heyecan, bir dalganın üstüne binip uçmak gibi. İsteklerimizin, beklentilerimizin çok önemi kalmaz hayatımızda heyecan varken, çok kolay bir biçimde “Amannn nasılsa olur” der geçeriz ve hayata bırakırız çoğu şeyi. Nasıl olsa bizim keyfimiz yerindedir, biz de bir sıkıntı yoktur ve geri kalan şeyler de olması gerektiği gibi olur.

“Heyecan aramak” gibi bir de inancımız vardır. Hepimiz farklı şekillerde ararız heyecanı; ilişkilerde aldatma, kumar, tehlikeli sporlar. Sanki sınırımızı görmek , alabileceğimiz riski görmek cezbeder bizi, peşine takıp sürükler. Çoğu zaman riski aldığımız için kendimizi güçlü de hissederiz aslında, yapabildiğimizi görmek iyi gelir ama aynı zamanda yorucudur  bu duygu, çünkü çıta sürekli yükselir. Sonu yoktur. Yüksekten atlıyorsa bir daha ki sefere daha yüksek olsun isteriz yoksa aynı tadı vermez, bir kere aldatmışsak ve yakalanmamışsak belki bir daha denemek isteriz yakalanmadan, kumar oynamışsak ve kazanmışsak daha fazlasını isteriz kaybetmeyi de göze alarak.

Velhasıl bu kaç kovala zor bir döngü oluşturur hayatımızda. Ben bu döngünün bir yanlış inançtan kaynaklandığına inanıyorum. Heyecan aramak!! Heyecanın aranılan, bulunan bir şey olduğunu düşündüğümüz için bu kadar kendi dışımıza çıkıyoruz bence. Aramalıyım, bulmalıyım, kaçırmamalıyım. Acaba gerçekten yaşamak istediğimiz şey bu kadar çok aranmalı mı? Bu kadar çok yormalı ve bu kadar çok riske atmalı mı hayatımızı? Riske attığımız şey tam olarak ne?  Kendimize neyi ispatlamaya çalışıyoruz? Yeterince cesur olduğumuzu mu?  Cesaret ile heyecanın başa baş gitmesi bu yüzden midir? Heyecanın yakalanması gereken bir duygu olduğunu düşündüğümüzden midir?  Zor sorular elbette..

Tüm bunları neden yazıyorum? Çünkü “heyecan aramak” inancını toptan değiştirelim istiyorum. Bizi heyecanlandıracak bir şey beklemek yerine biz kendi içimizde bu duyguyu yakalayalım istiyorum. O bizi kontrol etmesin, bekletmesin, biz onu oluşturalım istiyorum.

Bir yazı yazalım mesela, ne ile ilgili olduğu önemli değil. Ama öyle bir yazalım ki  okuyan herkese dokunacağına, etkileyeceğine inanalım.

Konuştuğumuz kişilerin  gözlerine bakalım  mesela öyle bi  bakalım  ki dünyadaki tek kişi onlarmış  gibi hissettirelim.

Hayatımızda bir şey değiştirelim mesela  öyle bir değiştirelim ki bir daha hiç geri dönüşü olmasın.

Balkona çıkıp nefes alalım mesela öyle bir alalım ki tüm bedenimiz tek bir nefesle dolsun

Bir bebeği sevelim örneğin öyle bir sevelim ki tüm şevkatimiz ona aksın..

Neden olmasın? Çıkalım heyecanın karşısına “Ben geldim, hadi “ diyelim. Biz onun elinden tutup bir yerlere götürelim, biraz da biz uçuralım onu. O bize sitem etsin “nerde kaldın, çok beklettin” diye, o bizim için hayaller kursun, o bizi beklesin hayatının renklenmesi için. Biraz da o heyecanlansın bizim içinJ

 

 

6 Eylül 2013 Cuma


GELECEKTE Kİ BEN

Zaman fark etmediğimiz ama aslında belki de gözümüzün önünde yaşanan bir gizem. Bazen fotoğraflara baktığımızda “su gibi geçmiş” dediğimiz nasıl geçtiği hakkında en ufak bir fikrimizin olmadığı, elle tutulmaz gözle görülmez, hatta bu açıdan bazen bana tanrısal bile gelen garip bir kavram.

Geçmişimizi düşündüğümüzde çoğu zaman o yaşananları biz yaşamışız gibi hissetmeyiz, onları yaşayan başka birisi gibi gelir. Kim bilir belki de öyledir. Çünkü zamanla insan değişiyor gelişiyor, zaman insana karıştıkça insanı, insan da zamana karıştıkça zamanı değiştiriyor. Sanki  karşılıklı bir alışveriş içinde bu sistem. Ve bir açıdan baktığımızda belki de gerçekten geçmişte yaşadıklarımızı yaşayan biz değiliz. Sonuçta bugünkü bilincimizle bugünkü aklımızla yaşamadık. Kim 4 yaşındaki halimizin tam olarak biz olduğunu iddia edebilir ki?  Elbette içimizde bir yerlerde o dört yaş durur ama sonuçta biz o değiliz, o da biz değil. Enteresan bir denklem gibi gelir bu bana.

Buradan çıkıp bazen gelecekte bir yerlerde gerçekten bir başka ben olduğunu hayal ederim bazen. Delice mi?  Tamamıyla .  Ama ilginç de aynı zamanda. Bu öyle bir ben ki şu anımı görebiliyor ve enteresan da bir bağ var aramızda. Şöyle ki; ben onu şu an  nasıl tasarlıyorsam o da öyle bir rol oynuyor bana zaman içinde. Mesela ben geleceğime bakıp mutsuz, başarısız bir ben düşündüğüm zaman hemen hissedebiliyorum bunu. Ve kareler geçiyor gözümün önünden, yalnızım, mutsuzum, elimde bir sigara oturmuş balkondan aşağıdakilere bakıyorum boş boş. Hayatımı düşünüyorum ne çabuk geçti diye, içten içe de hayıflanıyorum keşke şöyle olsaydı keşke böyle olsaydı diyerekten. Keşkelerim  ve yaşanmamışlıklarım çok fazla. Yaşlı görünüyorum ve hiç memnun değilim. Bir an önce bitsin istiyorum her şey artık yaşamak istediğim çok fazla şey kalmamış.

Bir ihtimal mi böyle bir gelecek? Evet , olası. Tabi olası olan bir başka geleceğim daha var. Burada da gelecekteki ben devreye giriyor ve değiştiriyor sahneyi. Yine benim, yaşlanmışım ama çok bilge bir halim var. Doğanın içindeyim, mutlu bir şekilde yürüyorum. Hayatı yaşamayı ve keyif almayı öğrenmişim. Gök yüzü anlamlı, kuş sesleri cıvıl cıvıl. Yaşamak istediklerimi yaşamışım ve iyi ki de yaşamışım diyorum kendime. Son dönemlerime yaklaşıyorum evet ama bir korku ve telaş yok. Huzurluyum. Sakinim. Hayatım sevdiğim insanlar ve kendime kattığım anlamlarla dolu. Hemen hemen hiç boşluk yok.

İşte böyle garip bir oyun bu, benim ve gelecekteki benin oynadığı. Zamanlar arası bir oyun oynuyoruz onunla. Neyi tasarlıyorsam bana gösteriyor ve “Bak böyle böyle olacağız seçim senin” diyor.

Gerçekten de tasarladığımız şeyleri yaşıyoruz.

Hiç gelecekte bir siz daha yaratmayı geçirdiniz mi aklınızdan? Delice mi? Tamamıyla. Ama bir deneyin hadi. Gelecekte bir siz yaratın kendinize ve nasıl olduğunuzu hayal edin.  Nerdesiniz? Kaç yaşındasınız? Nasıl görünüyorsunuz? Hangi duygular içindesiniz? Neler yaşamışsınız? Neleri başarmışsınız? Hangi engellerde takılıp hangilerini aşmışsınız? Kaç kere aşık olmuşsunuz? Hayatınızdan ne kadar memnunsunuz? 

Yarattığınız bu sizin, bir fotoğrafını çekin aklınızda ve yerleştirin önemli bir köşesine.. Kim bilir belki bir gün o fotoğrafa bakıp gülümser ve bu yazıyı okuduğunuz anı hatırlasınız, geleceğinizi şekillendirmeye karar verdiğiniz gelecekteki sizi yarattığınız anı.

Gelecekteki siz i en güzel biçimde görebilmeniz dileği ile..

 

 

 

31 Ağustos 2013 Cumartesi


YARGILAR

Yargıladığımız her  şeyin aslında kendimize söylediğimiz yalanlar olduğunu bilsek acaba nasıl davranırız?

-          Ben zaten evlenmek istemiyorum, evlenenlerin hepsi mutsuz

-          Beğenen böyle beğensin, ben kilolarımla mutluyum

-          Yalanı sevmem, seveni de sevmem

-          Kazandığım para bana yetiyor daha fazlasının anlamı yok..

Gelin birlikte bakalım; bir kadın düşünün, eğitimi, fiziği sizin kafanızda canlandırdığınız gibi olsun. Sizce bu kadın evlenen herkesin mutsuz olduğunu düşündüğü için mi evlenmek istemez yoksa ilişkilerinde başaramadığı bir şeyler olduğu için mi?

Kilolu kişiyi canlandırın gözünüzde, istediği kıyafetleri alamıyor, aynaya baktığında mutsuz oluyor, kendi kendini beğenmezken gerçekten kiloları ile mutlu mudur?

Yalanı sevmeyen biri neden bunu belirtme ihtiyacı duyar? Gerçekten söylemek istediği acaba yalan söylediği zamanlarda kendini sevmemesi olabilir mi?

Daha fazla anlamsız bulunan paranın acaba başaramama korkusu ile  bir ilgisi var mıdır?

Sadece bir bakış açısı sunmak istiyorum çünkü dışarıya bakıp rahatsız olduğumuz şeyler kendimiz ile olan ilişkimizi düzeltmemiz için ciddi ipuçlarıdır aslında. Evet konuşurken karşımızdakileri bunların doğru olduğuna ikna edebiliriz. Gerçekten evlenmek  istemediğimize, kilolarımızla mutlu olduğumuza , yalanı ya da parayı sevmediğimize inandırabiliriz insanları bu sorun değildir. Peki ya içimiz? İçimizde kendimize yeterince dürüst olmadığımız zaman sizce ne olur? Neler olmaz ki?

Öncelikle kendimize yalan söylemeye başlarız,  aslında mutlu bir evlilik ya da formda bir vücut istediğimizi, ara sıra yalan söylediğimizi ya da parasız kalmaktan korktuğumuzu kendimize itiraf etmedikçe  evli, vücudu güzel ve para kazanan insanlarla sorun yaşamaya onları yargılamaya devam edeceğimiz bir gerçektir.

Kendimizi inkar bu kadar güçlü olduğunda, içimizdeki ihtiyaçları bu kadar duymazdan geldiğimizde hayatı  ciddi bir biçimde karşımıza alır ve mücadele ederiz. Yani içimiz ve  dışımız bir savaşa girer  ve bu savaş boyunca hem içimize zarar veririz hem de dışımıza. Hastalıklar belirmeye başlar, kazalar ve şansızlıklar yakamızı bırakmaz. Biz kendimizden  kaçtıkça içimizdeki bir şey bizi yakalamaya ve “Saçmalama, kendine yalan söylemeyi bırak artık” demek için kovalamaya devam eder. Kaygılar, endişeler artar.

Çok basit bir şey ile başlamıştır her şey oysa, küçücük bir yargı küçücük bir yalan.

Elbette dışımızı görüp yargılamak her zaman daha kolaydır ama bir düşünün  gerçekten dışarıda görüp yargıladığınızın kendiniz olduğunu bilseniz bu kadar kolay olur mu eksik bulmak, beğenmemek?

Sadece bunu fark edebilmemiz bile hayatımızda çok şey değiştirecek emin olun. Şimdi başlayın kendinizi yakalamaya ve sormaya. Bir an durun ve deyin ki “Acaba ben bunu neden yargılıyorum”. Verdiğiniz cevaplar en güzel aynanız olacak ..

Yargılamayı ve kendimizi kandırmayı bıraktığımız anda enerjimizi kendimize harcama fırsatımız olacak ve  isteklerimizi hayatımıza birer birer gerçekleştirmeye başlayacağız. Kim ne yapmış ne etmiş ile ilgilenmeyi bırakıp” ben ne yapıyorum, ne yapmak istiyorum” la ilgilenmeye başlayacağız. Başka hayatlar o kadar önemli olmayacak artık çünkü bizim önümüzde kendi hayatımız olacak, bakacağımız şey kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz olacak. Dışarıda gezinmeyi bırakıp içimize döndüğümüzde kendi gerçeğimizle karşılaşma, kendimizi görme fırsatımız olacak.

Kısaca başkalarını yargılamayı bıraktığımızda  kendimize yalan söylemek ve olanı biteni kontrol etmek  gibi büyük bir yükten kurtulacağız. Değmez mi?

Yargısız günler..

 

 

 

 

KEZBAN VE ÖZGÜR KADIN

Tanıştırayım, Kezban.. Genelde kaygılıdır Kezban, yanında bir erkek olmadan ne yapacağını bilemez ancak bir erkek ilgilendiğinde kendini önemli hisseder. İlginç de bir özelliği vardır;  kadından kadına, anadan kıza geçip durur, onun için çok yaşanmışlığı var bu hayatta hatta pek çok hayatı da var diyebilirim. Genelde erkeklerden çekiyor gibi  görünür. Erkekler döverler, söverler, yatakta  incitirler ama güçlü kadındır Kezban dayanır, ses etmez   sürekli mutlu etmeye çalışır  erkekleri.  Erkek mutlu olsun, erkek kendini iyi hissetsin, erkek Kezban’ ı beğensin,  bunun için yapamayacağı şey yoktur Kezban’ ın.  Erkekler bir türlü kalmazlar hayatında Kezban’ın, kalanlar da ilgilenmez, öfkelerini çıkarıp dururlar. Hatta bazen aldatırlar ama Kezban onları da affeder ne de olsa erkektirler, ellerinin kiridir.

Umudu da yoktur  aslında bu düzenden Kezban ın, “erkek,  erkek işte yapacak bir şey yok” diye düşünür, onun için de bulduğuna yapışır. Tutturur bir evlilik, aile düzen diye. İlle de onları başaracak, bunlar olmadığı zaman hep mutsuz, durup neyin kendisini mutlu edeceğini düşünmeden mutsuz.. Yeter ki bir erkek olsun, yanında olsun, o zaman hisseder kadın olduğunu, önemli olduğunu, değerli olduğunu..

Nasıl?  Biraz tanımak bile insanı üzüyor değil mi? Oysa pek çok kadının içinde taşıdığı pek çok erkeğin de görüp kaçtığı Kezban ne çok tanıdık değil mi? Bazen içimizdeki kadın, bazen annemiz bazen arkadaşımız ama bir yerlerde hep izi olan bir kadın işte.

Günümüz ilişkilerini zora sokan, kadınları ilişkilerde mutsuz ve değersiz erkekleri de kaçak ve doyumsuz  yapan kadın olmakla sorumlu tutuyorum içimizdeki Kezban’ ı. Elbette tek neden o değil ama kadının kendini görememesinde, neyi istediğini bilememesinde, kendini bir şekilde erkeğin hizmetçisi gibi algılamasında topluma cidden çok yardımı ediyor  Kezban.

Kadınları kötü de olsa ilişkilerine yapışmalarını sağlıyor ve tutsak bir ilişki oluşturuyor. Para kazanmayı ve gelişmeyi, güçlü olmayı hep erkeğe özgü bir rol olarak görüyor ve bu yüzden de erkeği elde etmek, elinde tutmak ve kaçırmamak adına günümüz modern kadınına bile kırk takla attırabiliyor.

Sonuç? İlişkiler bağımlı her iki taraf da mutsuz..

İyi haber şu ki bir kadın daha var içimizde. Bu kadın da Kezban ın aksine özgür, sevgi dolu, cesur, hayatın akışına izin veren ,   çekici bir kadın. Kezban gibi korkmuyor erkeklerden ya da tek amacı evlenip çocuk yapmak değil.  O önce kendisine ve hayatına değer veriyor bu yüzden mutlu ve kaygısız. Hayatına bakmayı seviyor bu kadın, gücünü kendi içinden kendi hayallerinden alıyor. Bir şeyi yapmak istediğinde onu engelleyecek çok bir şey yok, karşısına çıkan sorunların da sakince üstesinden gelebiliyor.

 Yaşamak ona keyif veriyor. Kendisi ile ilişkisi iyi böylelikle başkalarıyla da iyi ilişkiler kurabiliyor. Özel hayatında mutlu, erkeklerle özgür ve doyumlu ilişkileri var. Kendisi istediği için bir ilişkinin içinde, toplumun onayını almak için değil.. Zor zamanlarında kendine acıyıp şikayet etmek yerine, sahip olduklarına şükredip ne yapması gerektiğine odaklanıyor. Böyle olduğu için de hayat, aşk, bolluk hep onun yanında. Yaşama ve kendine güveniyor, “keşke” si az bir kadın.

Onu bulmak destek gerektiriyor, çaba gerektiriyor kesinlikle kolay değil. Ama bir kere sesini duyduğunuzda, dinlemeye başladığınızda onun isteklerine ve hayallerine kulak kabarttığınızda hayatınızdaki, ilişkilerinizdeki değişime emin olun çok şaşırmaya başlıyorsunuz. 

Özgür kadınlarınızın sesini duyacağınız ilişkileriniz olması dileğiyle..

30 Ağustos 2013 Cuma

DUR! ORADA SINIR VAR…    
“Neden bana böyle davranıyorlar? Bunu yapmaya hakları yok!! Ne yapsam değişmiyor sanki beni mutsuz etmekten zevk alıyorlar, bıktım artık…Hiçbir şey yapmak istemiyorum, sanki onlar dünyanın efendisi ve istedikleri her şeyi yapmaya hakları var.. Yeterrr..Yapabileceğim hiçbir şey yok..Buna gücüm yok biraz kendimi toparlıyorum başa çıkabilirim diyorum sonra hep aynı”
Nerede başlıyoruz? Nerede bitiyoruz?  Başkaları nerede duruyor?  Bizim sınırlarımızı ne kadar geçiyor? Daha da önemlisi sınırlarımız var mı?
Kendimizi ve çevremizi öğrenmeye başladığımız andan itibaren sürekli bir bilgi ve emir bombardımanına maruz kalırız..
Bu böyledir!
Şunun en doğrusu benim bildiğimdir!
Bunu yap yoksa kötü kız/erkek olursun..
Durup düşünmeye acaba gerçekten böyle mi diye sorma gibi bir lüksümüz yoktur çünkü çocukluk yıllarında bize verilen her şeyi sünger gibi emen bir zihin yapısına sahibiz hepimiz..
Bu süreçte hepimiz eşit sayılabiliriz..Zaman geçtikçe yaşamlarımızın getirdiği koşullar bizi bu konuda farklılaştırır. Kimimizin sınırlarının geçildiğini anlayabilmesi için ciddi zararlar görmesi gerekir..Hayır deme hakkını kendimizde görmeyiz, dışarısı ne dese haklıdır..Sanki başkasının iki dudağı arasında yaşar ve anlamlı oluruz..Katı anne baba tutumları bu sınırları belirleme de büyük rol oynar..Sen yapamazsın, Sen edemezsin dendikçe gerçekten güçsüz olduğumuz inancını geliştirir ve dış dünyaya karşı kendimizi koruyamaz hale geliriz.  Dışlanmaktan, yalnız kalmaktan korkarız çünkü tek  başımıza koca bir hiçizdir.. Taviz vermeye başlarız..İstemesek  de yapar, mutsuz olsak da katlanır, dayanırız. Ta ki bıçak kemiğe dayanana kadar..Çevremiz ile ilişkiler patlak verdiğinde de kendimizi nasıl savunacağımızı, nasıl koruyacağımızı bilemez bir halde kalakalırız..
Bazen de durum tam tersidir..Sınırlarımız öyle katıdır ki kimse yanımıza yaklaşamaz, kimse bizden bir şey isteyemez..Biz en güçlüyüzdür, en haklıyızdır, en enizdir… Dediğimiz her şey dünyadaki tek doğrudur, bulduğumuz her çözüm doğru ve yerinde çözümdür ,küçük dağların hepsini de biz yaratmışızdır. En çok bizim ihtiyaçlarımız önemlidir, dünya bizim için yaratılmıştır diğerleri de sadece figürandır. Herkes bizim gibi düşünmek ve bizim dediğimizi yapmak zorundadır. Aksi halde onlar işe yaramaz vakit harcamaya gerek yoktur.
Baktığımızda her iki duruşunda altında yatan temel bir güç/ güçsüzlük sorunudur..Her iki tutumda da tam olarak kendi gücümüzün farkında değilizdir, kendimizi ya olduğumuzdan daha güçsüz ya da daha güçlü görmekteyizdir.
Zordur bu sınırlarla yaşamak. Aynaya baktığımızda hep çarpıtılmış bir “BEN” görmek..Bir şeyler yapmaya çalışmak ama az kalmak  ya da fazla gelmek..


Peki ne olacak? Sınırlarımı nasıl koruyacağım ya da başkalarının sınırlarını nasıl fark edeceğim?
Önce kendimi fark etmeliyim..Ne istiyorum? İçim gerçekten bana ne söylüyor? Hayatımdaki sınırlar bana ne kadar yardımcı oluyor? Kimim?
Bu sorular cevabı zaman alacak sorular..
Ama cevapları buldukça sınırlarım sevgiyle belirlenecek, kendime ve diğerlerine zarar vermeden gerçekten temas edebileceğim. Şimdiye kadar öğrendiklerime bir de kendimi ekleyeceğim, beğenmediklerimi bırakacağım ve yeni bir ben yaşayacağım..Başkaları karışamayacak hayatıma ben de başkalarına hükmetmeyeceğim..Başkaları ezmeyecek beni ben de başkalarına güçlü olduğumu göstermek zorunda hissetmeyeceğim..Kendi içimde kendime göre bir dünyam olacak ve aynada kendime benim gözlerimle bakacağım.
Daha ne olsun..
Sınırlarını sizin belirleyeceğiniz ve diğerlerinin farkında olacağınız bir gün dileğiyle..
Daha az göster
 
ÖZEL BİR İHTİYAÇ
                Özel bir ihtiyaçtır özel olma ihtiyacı. Her ne isek onun en özelinden olmak isteriz. Özel bir kadın,özel bir adam,özel bir anne,özel bir...Bu liste uzar gider ama özel olma isteği bitmez..
                En ilginç şekillerde belli eder kendini. Kıyafetlerimizde, sesimizde, duruşumuzda , bakışımızda bazen bakmayışımızda...
                Ya özelizdir ya değilizdir. Aradaki hallerin kıymeti öğretilmemiştir bize belki de unutturulmuştur kim bilir..
                Egonun en hain tuzaklarından biridir aradığımızın dışarıda bir yerlerde olduğuna inandırmak bizi. Çoğumuz döner dolaşır düşeriz bu tuzağa. İlk hedefimiz  içimizden kaçıp dışarıya koşmaktır özel hissedebilmek için. Kendi dışımızda herhangi bir yer herhangi biri olabilir fark etmez. Önemli olan dışarıda olmaktır o an.
                Sonra "daha" lar başlar; daha ince daha yakışıklı daha hırslı…  Neden diye sormayız. Bir kere dönmüşse bu değirmen sürekli taşımak gerekir suyu. Bağımlılıkların temeli de burada başlar, bir duygu yakalayabilmek adına bin fedakarlık..
                 Özel hissetmek için bir nedene ihtiyacımız var mı gerçekten?
                Mantıklı yanımız “evet” der bu soruya. Özel olmak önemli bir iştir ve bir dolu beceri gerektirir. Öyle kolay kolay özel olunmaz, özel olmadan önce değiştirilmesi gereken bir dolu kötü yönümüz vardır içimizde. Söküp atmak gerekir kötü yönleri, bastırmak gerekir  zararlı duyguları, her şeyimiz mükemmel olmalıdır ki özel olabilelim.
                Arınalım istiyorum bu gerekliliklerden. Hayat bir gereklilik değil yaşaması çok özel olan bir süreç ve bu süreçte mükemmel olmak kimsenin yükümlülüğü değil.
                Bir kere deneyin nedensiz yere özel hissetmeyi.  Ertelemeden hem de..  Hemen şimdi..Bugüne nasıl başladığınız önemli değil, bu yazıyı neden okuduğunuz önemli değil..Önemli olan şey  biraz sonra hiç bir neden olmadan özel hissedecek olmanız..
Sadece deneyin..Dışarıda aramak yerine 1 dakikalığına içinizde bulun..
                Bugün, yarın 2 dakika olsun. Sonra 3…İçinizde güzel  olan ya da olmayan her şeye sahip çıkarak ve onların tadını çıkartarak.
                Özel günler..
Daha az göster
 
NEDEN HEP KÜLKEDİSİ NEDEN HEP PRENS?
                Bu konuda temel bir doğrum yok, sorguluyorum sadece? Bunu da birlikte yapalım istiyorum.. Kırmızı başlıklı kızı dinlerken kaçımız hain kurt olduğunu düşündü? Ya da külkedisinde ki  üvey anne? Kıskanç üvey kız kardeşler? Keloğlandaki kötü kalpli padişah? Prenses tarafından öpüldüğünde prense dönüşen kurbağa?
                Neden düşünelim ki diye soranları duyuyorum. Evet henüz küçüktük, o masallardaki güzel prenses, kahraman prens olmak iyi hissettiriyordu, içimizde bir yerlere dokunuyordu.. Ama sanki bir terslik varmış gibi, sanki hayatımız boyunca hep iyi olan, güçlü olan, güzel olan olmak zorundaymışız gibi..
Şimdiki  çocuklara bakıyorum, onlar kötü karakterleri de oynamaktan zevk alıyorlar. Hatta bazıları o kadar iyi oynuyor ki “iyi kahramanlar” bile bir süre sonra “kötü kahraman” olmak isteyebiliyor..
Çoğumuzun böyle bir bakış açısı olmadı küçükken, ya iyi çocuktuk ya da kötü. Okuldayken ya çalışkandık ya tembel. Orta almak? O da kötü olmanın başka bir adıydı. Bir hata yaptığımızda bunun içinde hiçbir doğru payı yoktu, komple yanlıştı. Bir doğru yaptığımızda da evin en muhteşem çocuğuyduk. Bu kadar net yaşatılınca bazı değerler sanırım iyi-kötü çocuk olmanın dışına çıkmayı istemedik hiç. Bir otorite vardı ve o bize ne olduğumuz söylüyordu biz de inanıyorduk. Bir de iyi çocuk olabilmek için dünyanın çabasını harcıyorduk. Kötüler ise zaten kötüydü, onlar için yapılacak bir şey yoktu, biz masallarda bile onlardan uzak duruyorduk..
Bu yüzden sadece iyi ya da sadece kötü olmadığımıza inanmak zamanımızı aldı biraz. Kendimize esnek olabilmek hayata hoşgörülü yaklaşabilmek içimizdeki kötü yönlerle de barışabilmek kabullenebilmek..
Hiç mi kendimizi biri gelip hayatımıza dokunduğunda değişecek bir kurbağa gibi hissetmedik ya da hiç mi sevdiklerimizi paylaşmak istemedik kötü kalpli padişah gibi. Ya o meşhur kötü kalpli kraliçe? Hiç aynaya baktığımızda en güzel en yakışıklı biz olmak istemedik?
İçimizde ki kötüyü görmekten korktuk ve hatta uzun zaman reddettik..
Şimdiki çocukların bu yönüne özeniyorum işte. Kötü de olabiliyor iyi de..  Önemli olan oyunu oynaması.  İçindeki kötü den korkmuyor , yargılamıyor. Belki hiçbir şeyin bu kadar keskin olmadığını her şeyin her an iyi ya da kötü olabileceğini önemli olanın yargılamak değil yaşamak olduğunu biliyor bir şekilde.. Kim bilir?
Daha az göster
BABAKIZI
“Kızbabasını önceden duymuşsunuzdur eminim peki babakızını duydunuz mu hiç? Gelin bakalım..
Bir babakızı için her zaman çok önemlidir baba, onun gurur duyduğu olabilmek, onu utandırmamak , onun namusuna laf getirmemek, onu kızdırmamak.
Baba kırıcı olduğunda kız belli edemez üzüntüsünü..”Babamdır beni kırmaya hakkı var” der, tıpkı annesinin “kocamdır ne yapayım” dediği gibi..Baba hep haklıdır ve evdeki tüm aşağılama, kırma haklarına sahiptir, kız babaya kızamadığı için kendisine kızar,kendisini değersiz ve önemsiz görür, çünkü karşısındaki büyük bir güçtür, kahramandır ve ona karşı gelmek dünyaya karşı gelmektir ve doğal olarak gerçekleştirmesi zor bir süreçtir. Kimse güven duygusundan vazgeçmek istemez bunun yerine kişiliğe yapılan saldırılar, saygısızlıklar kabul edilir..
Bu dönemde  anne modeli de önemlidir. Anne evdeki haklarına sahip çıkan, kendisine saygı duyan ve hayır diyebilen bir kişilik yapısına sahip ise çocuklar için avantaj sağlayabilir ancak genellikle otoriter erkekleri seçen kadınlar evliliklerini koruyabilmek için kendi sınırlarına sahip çıkma becerilerini kullanmazlar. Sonuç olarak kız çocukları için evde otoriter bir erkek ve boyun eğen bir kadın modeli vardır.. ilk öğrenilen kadın erkek modeli budur ve kişi hayatında yaşayacağı ve tekrarlayacağı kalıpları bu modele bakarak seçer.
Kız çocuğu sorgulamaya başladığında kendisine yapılan haksızlıklara karşı gelmeye çalıştığında baba tarafından duygusal bir şiddete maruz kalır…umursanmaz, değersizleştirilir ve otoriteyi kabul edene kadar baba tarafından dışlanır..Baba bu tavrı öğrenmiştir. Kendi annesinde, kız kardeşlerinde, karısında uyguladığı davranışları doğal olarak kızına da uygular..
Susmak burada kemikleşir genelde..susmak,talep etmemek, hayır dememek, erkeği kaybetme korkusu ve hayatı boyunca mücadele edeceği değersizlik duygusu
Bir yandan tutulan ilk el hiç bırakılmak istenmez, hiç sorgulanmaz, affedilmez,barışılmaz..Bir yandan da sağlıklı ilişkiler kurulmaya çalışılır.
Gerçek olan şudur ki babakızını büyütüp toparlamadan onu tüm bir kadın yapmadan sağlıklı ilişkiler yaşanamaz..
Baba- kız arasındaki ilk çatışma hali ilerleyen yıllarda kurulan ilişkilere de olduğu gibi yansır ve baba ile olan düğümler çözülmediği sürece tıkanıklıklar devam eder..
Dünyaya sürekli bir çocuk kadının gözünden bakma halidir bu; ilişkide ne olursa olsun  bıçak kemiğe dayanmadan hayır diyememek, karşı taraf  değer vermeden değerli hissedememek, otorite kabul edilmediğinde erkeği kaybetmekten korkmak..
Kalıcı bir durum mu? Asla değil..
Evet baba kızını sever ama özgürlük, değer ve güven verebilmek her babanın başarabildiği süreçler değildir…
Gün içinde hissetiğiniz duyguları bir düşünün, verdiğiniz kararlara bir bakın..Gerçekten ne kadarı sizin ne kadarı  babanızın? Bu oranı görmek sizi şaşırtabilir.
Yetişkin olmak hayata anne babanın gözüyle değil kendi gözümüzle bakabilme yeteneğidir..
Sadece kendi gözümüzle bakabildiğimizde ne kadar özgür ve ne kadar değerli olduğunuzu fark edebiliriz..
Herkese kendi gözü ile bakabileceği bir gün dileği ile..
Daha az göster
KAPILAR VE TERAPİ
Hemen her kültürde olduğu gibi bizim kültürümüzde de psikoloğa gitmek deli işidir. Psikoloğa giden kişiye aciz, sorunlu ve yazık gözüyle bakılır.
Oysa yardım almaya karar vermiş kişi kendini ve yaşadıklarını kabul etmiş kişidir. Yaşadığımız sorunu kabul etmek kolay bir süreç değil, özellikle de hepimize “güçlü olmak sorunsuz olmaktır” gibi bir bilgi yüklenildiğinden kişinin sorununu kabul etmesi zor olmaktadır.
Terapi sürecine baktığımızda kişilerin kendilerine kapı açtıklarını görürüz. Önemli bir iştir kendine kapı açmak, kapının ardındakileri görüp kabul etmek.
 Kişinin istemediği yönlerini görüp  ‘Bu ben değilim’ demesi bilindiktir aslında  zor olan sevmediği yönleri  görüp ‘Bu benim’ diyebilmektir. Ondan sonra başlar asıl büyüme süreci..
Kapıları açmadan ve ardındakiyle yüzleşmeden güdük kalır bir yönüyle hep hayat ,  kendimizden parçaları arkamızda bırakıp devam etmeye benzer.  Yürüdükçe azalırız. Arkamızda bıraktığımız, koparmaya çalıştığımız parçalarımız da bilinmeyi ve kapılarının çalınmasını ister.
Olmazsa ne olur? Onlar bizim kapımızı çalar ve çözmemiz için bir dolu sorun yaratırlar.
‘Nasıl oldu anlamadım’ ile başlayan pek çok sorun cümlesi duyarız gün içinde. Baktığımızda sorun kendini anlatmaya çalışmıştır aslında. Bozulan ilişkilerle, sinyal veren sağlık sorunlarıyla, nedeni anlaşılamayan kaygılarla sorun “Gel benim kapımı çal” demiştir. Ama kapı çalmak deli işi olduğundan uzun süre beklenmiş, yok sayılmış ve büyümüştür.
Terapiye gelen kişi sorunun kapısını çalan kişidir, o cesareti gösteren kişidir. Ve süreç sonunda karlı çıkandır. Çünkü kapıların ardındakini görmüştür, özgürleşmiştir..
Elbette bu da bir seçimdir ve sorununu çözmeye ya da ertelemeye karar verecek olan kişinin kendisidir.
Hayata kapılarını kapatmış hapis insanlar da olabiliriz, kapının arkasındakileri görüp kendimizi özgür de kılabiliriz..
Seçim bizim..
Daha az göster